‘’Merhaba, nasılsın, müsait misin, söylemesi ayıp olmasın’’ gibi söylemlerden koptuğumuz bir devir yaşıyoruz. Bir koşturmacadır gidiyor, telaşlı bir yaşam, sakinlik kalmadı. Nereye koşuyoruz, nereye gidiyoruz, hemşerim yolculuk nereye?
Çok güzel bir ülkede, çok güzel bir kültürün içine doğduk. Kendi adıma, kendimi de şanslı hissediyorum. Çünkü çok güzel değerlerle büyüme şansına eriştim. Fakat gün geldi, böyle yetişmiş insanlar, yeniliğe ayak uyduramayan, eski kafalı, geri kafalı durumuna düştü. Nasılsın demek, ne kadar zor olabilir ki, öyle değil mi? Bugün yaptığım bir telefon konuşmamdaki sıralamayı size anlatmak istiyorum.
Merhaba ile giriş yaptığım, ardından kısaca kendimi tanıttıktan sonra, nasılsınız diye sorduğum konuşma. Konuşmak istediğim ana konuyu belirttikten sonra, müsait misiniz ile devam etti. Tanıştık, kim olduğumu ve hangi konuda konuşmak istediğimi biliyor. Müsait olduğunu söyledi, böylece konuşmayı sürdürdük. Durumu anlattım, karşılıklı kısa bir istişare yaptık, ardından detaylı görüşme için bir gün belirleyerek randevulaştık. Sonucunda; ‘’Değerli vaktiniz için teşekkür ediyorum, öyleyse şu gün, şu saatte görüşmek üzere’’ dedim. Bana verdiği cevap; ‘’Bir görüşmedeyim, ben de kapatmak için sizden izin isteyecektim’’ oldu. Burada hiçbir sorun yok aslında. Fakat doğrusu, bu beni düşündürdü. Müsait olup olmadığını sormuştum, müsaidim demişti ama aslında müsait olmadığını görüşme sonunda belirtti. Oysa ‘’Şu anda bir görüşmedeyim, sizi daha sonra arayayım’’ da diyebilirdi ama öyle dememişti. Hani bazen yaparız ya hepimiz, en son söyleyeceğimiz şeyi en başta, en başta söyleyeceğimiz şeyi en sonda söyleriz. Dediğim gibi, bu bir sorun değil belki ama görüşmedeki diğer kişi için bir sorun olur. Çünkü bekletilen, ikinci ve arka plana alınan kişi olmuştur. Hiç kimse bundan hoşlanmaz diye düşünüyorum. Çok özel ve önemli olmadığı sürece, görüşmelerin bir başka telefon görüşmesi nedeniyle bölünmesini tasvip etmiyorum. Ben de bazen yaşıyorum, inanın çok sıkıcı bir durum. Sıradan konularda, sıradan sohbetler ediliyor ve kendimi hiç iyi hissetmiyorum. O kişi için özel zaman ayırıp gelmişim, ‘’Bir misafirim var, seni daha sonra arayayım’’ diyemiyor. Hayır demek, neden bu kadar zor geliyor insanlara? Arayan kişiyi kırmamak için hayır diyemeyip sohbet ederken, diğer kişiyi incittiğinin farkında değil. Gerçi bugünkü görüşmem işle ilgiliydi ama olsun, aile dışında olan ve acil olmayan her konunun, bir görüşme içerisindeyken daha sonraya bırakılması gerektiğini düşünüyorum.
Merhaba diyerek selam verdiğinizde, ‘’Buyur, ne vardı veya buyurun, nasıl yardımcı olabilirim’’ denildiği oldu mu size? Selamın bile karşılıksız kaldığı, zaman sorunu olan, aceleci insanlar tarafından yok edilmiş küçücük bir ayrıntı. Basit, güzel, üstelik ücretsiz olan tek bir kelimeyi söylemek, bazı insanlara neden bu kadar zor geliyor? Herkes için zaman çok kıymetli, geri dönüşü olmayan, satın alınamayan bir değer. Fakat zaman mefhumu, bir selam vermeden, hal hatır sormadan geçilecek kadar boş ve değersiz değil.
Bir otobüs yolculuğunda yaşadığım bir tecrübeyi anlatmak istiyorum. Yolculardan bir kadın, yol boyunca çalan telefonlarının hepsini açtı ve görüşme yaptı. Gerek sesli, gerek görüntülü görüşmelerinde, kadının hayatına dair pek çok bilgimiz olmuştu. Çünkü bütün yolcular, onun karşılıklı olarak neler konuştuğunu duyuyorduk. Evin duvarlarının boya rengine varana kadar konuştular. Ne kadın, ne de onun otobüste olduğunu bilen ve onu arayan kişi, bu durumu düşünerek kısa kesip görüşmeyi sonlandırmayı düşünemediler. Bununla birlikte, bu durumdan rahatsız olan sadece ben miydim acaba? Şoför, muavin, diğer yolcular, hiç kimse bir şey söylemiyordu. Hepimiz duyuyorduk bundan emindim ama emin değilim, sadece ben mi rahatsız oluyordum? Sonunda dayanamadım, muavini yanıma çağırdım, durumdan duyduğum rahatsızlığı dile getirerek, hanımefendiyi uyarmasını rica ettim. Genç muavin, dudağını hafifçe yana eğerek, bir şey söyleyemeyeceğini belirtti ve gitti. Bunu bir çocuk yapsa anlarım, yaşı ilerice olan bir kadındı. Kaldı ki, biz bu türlü toplumsal davranışları, etrafımızdaki insanları rahatsız etmememiz gerektiğini, o nesil olan büyüklerimizden öğrendik.
‘’Söylemesi ayıp olmasın’’ diye bir söz vardı bir zamanlar. İnce, tatlı, nazik bir söylemdi. Söyleyeceğim ama umarım ayıp olmaz, canın çekmez gibilerinden. Şimdilerde, ayıp olacaksa söyleme durumuna geçti. Zaten söylemek artık bir ayıp da değil. Üslup dediğimiz ince detayın yok olduğunu gözlemlemekteyim. Amaçsızca kullanılan sosyal medya çılgınlığı bunun resmidir. Gençlere bir şey diyemiyorum, onlar henüz genç, kanları kaynıyor, belki ince düşünemiyorlar. Peki ya yetişkinlere ne demeli? Teyzeler, amcalar, bu değerlerle büyümüş olanların, özellikle yemeklerini insanın gözünün içine sokmalarına ne diyorsunuz?
Söylemesi ayıp olmasın, pandemi olmadığı dönemlerde, bir restoranda ailece yemek yiyorduk. İki ayrı masadan olan, iki ayrı çocuk ortalıklarda koşuşturuyorlardı. Onlar da ailece yemek yiyorlardı. Anne/babaları sohbet keyfini bölmemek için hareket etmiyor, oturdukları yerden çocuklarına yüksek sesle sesleniyorlardı. Masaların arasında koşturan çocuklara kimi masadakiler gülümseyerek, kimileri şaşkınlıkla bakıyorlardı. Çocuklarımın küçüklükleri aklıma gelmişti. Ne zaman bir yere gitsek burnumdan gelirdi. Onların peşinde koşturmaktan, ne yediğimden, ne de sohbetten bir şey anlardım. Oturup, kalktıkça yemeğim soğurdu ve sohbetlerin, kahkahaların belli bölümlerini yakalardım. Dolayısıyla orada vardım ama yoktum. Neden? Çünkü diğer masalarda yemek yiyen kişileri rahatsız etmeye hakkımız olmadığını düşünüyordum. Böylece, çocuklar büyüyene kadar bu türlü yemeklere gitmeme kararı almıştım. Çocuğu doyurmak ve peşinden koşturmakla geçen bir yemek ne kadar kaliteli olabilirdi ki? Çocuk bu, tabi ki koşacak, oynayacak. Biz yetişkinler gibi saatlerce oturmasını bekleyemeyiz, isteyemeyiz. Çocuğu var diye, anneler bu kısa molalardan mahrum da kalmasınlar tabi, zira hayat akıp gidiyor. Fakat restoranlar da çocuk oyun parkı değil, herkes hayatının rutinine bir farklılık katmak, kafa dağıtmak için bu tür aktiviteleri yaparlar. Hiç kimsenin, bir diğerini rahatsız etmeye hakkı olmadığı gibi, bu tür durumlarda çocuğa etiket takmak, hoşgörüsüz olmak da doğru değildir. Neyse ki şimdi çoğu restoranlarda çocuk oyun alanı var da, hem anne/baba, hem çocuklar, hem de diğer konuklar için güzel bir çözüm olmuş.
Nezaketimizi yitiriyoruz gibi geliyor bana. Sonra bakıyorum, en çok şikayet edenler, en çok uygulamayanlar oluyor, doğrusu, buna çok şaşırıyorum.
Benden yaşça büyük olan bir kişiyle, bir konuda konuşuyorduk. Hararetli bir konuşmaydı, çünkü bir sorun üzerine fikirlerimiz havada uçuşuyordu. Kendisi o konuda benim kadar, belki benden de fazla hassastı. Uzun, uzun anlatıyordu, ben de onu dinliyordum. Sonra, ben de konuyla ilgili fikrimi söylüyordum. Güya karşılıklı konuşuyorduk. Çok uzun konuşuyordu ama onu dinliyordum. Şöyle söyleyeyim, O, on ile on beş dakika, bense üç ila beş dakika konuşuyordum. Son konuşmalarım hoşuna gitmemiş olsa gerek, sinirlendi, tepki verdi, ‘’sen konuştun ben seni dinledim, biraz susta ben de konuşayım’’ demez mi, şok olmuştum. Anladım ki, o sadece konuşmayı, anlatmayı seviyor, dinlemeye tahammülü yok. Yaşına hürmeten bir şey söylemedim ama çok bozulmuştum. O gün, bu gündür, o kişiyle fazla sohbete girmem, onu sadece dinlerim. Bir fikrim var ve söylemem gerekirse de, iki, en fazla üç cümle söyler geçerim. Başka zamanlarda da kendisini görme fırsatım oluyor. Gençlerden, nezaketten, saygıdan, anlayıştan vs o kadar çok şikayet ediyor ki, anlatamam. ‘’Hey gidi hey, nerede o eski günler’’ diyerek sitem ediyor.
Bazı insanlar kendi, bazı insanlar karşı odaklıdır. Kimi kendinde kusur arar, kimi de başkasında kusur aramaktan, kendinde olanı göremez. Oysa kusurlar örtülmelidir, toplum içinde rencide etmeden, hafifçe kulağına fısıldanmalıdır. Belki kendinin farkında değildir. Gerçi biri söylediğinde, ya fark edip değiştirmek ister, ya da karşı çıkıp tepki verir. Kişi, kendisi farkındaysa bu artıdır, bir sıfır öndedir. Çünkü kendi kendine farkındalık, kişiye değişimi getirir.
Değişim demişken, evet çok değiştik. İnternet çağındayız, bu büyük gelişme. Evet, çok değiştik, nezaketten yoksunuz, bu da kayıp. Nereye gidiyoruz? Bir yere doğru gidiyoruz ama gittiğimiz yer, göze ve kulağa hoş görünmüyor. İnsanlık öldü mü, yoksa insanlık ölüyor mu? Kimi dinlesem şikayetçi, bense seyirci ve dinleyiciyim. Ve görüyorum ki, herkes şikayet ediyor ama kendisi değişmiyor. İnsan, insan kokusuna hasret yaşıyor, bunu görebiliyorum. Güven ve nezaket kayboluyor çünkü değerlerimizi yitiriyoruz. Bilirsiniz, okul dediğimiz mecra, eğitim ve öğretim adıyla anılır. Öğretim, akademik bir bilgidir, sınavlar bittiğinde bilgi olarak kalır, mesleki alanda gereklidir, destektir. Fakat eğitim, bir ömür her alanda gereklidir ve devamlılığı olmalıdır. O yüzden eğitim şart. O yüzden kusur aramak, kusur görmek yerine, ben neyi, ne kadar yapabiliyorum diyerek, değişimi kendimizde başlatmalıyız. İnsan dediğimiz canlı, bu tür kirliliklerin içinde öylesine dışarıda kalıyor ki, sonra bu mumla aradığımız kişileri tecritte buluyoruz. Çünkü bu bozulmuşluğun, yoksunluğun içinde yer almak istemiyorlar, kaldı ki ait de hissetmiyorlar. Doğrunun yanlış, yanlışın doğru olduğu bir halin içine girdik. Bizler bugünü değil, yarını, hatta uzak yarınları, gelecek nesilleri de düşünerek yaşamaya eğitildik. Şimdilerde bizim gibi düşünen ve yaşayan insanlar, maalesef toplumdan ayrı ve kopuk hale geldiler. Nedeni uyum sağlayamamak, geri kafalılık değil, nedeni bu yozlaşmaya dahil olmak istemeyişleridir. İnsan kokan insan o kadar çok ki, ancak onlar görünmezler. Onlar kendi haline, kendi dünyasında, sürekli kendilerini eğitmekle meşguldürler. Onlar her yerdedir, hatta gözümüzün önündedir de, yine de insan kokusuna hasret kalınmıştır. Uzakta aramaya gerek yok, onlar gözler önündedir de, sadece arayanlar kokularını duymazlar. Sorun, onları uzakta arıyor olmak, yanlış yerlere bakıyor olmaktır. Gerçekten bakmayı bilseler, görürler. Bakışlarındaki perdeden kaynaklanır bu göremeyiş. Kötüyü görmeye o kadar alışmış ki gözler, kötünün beklentisiyle analiz eder dünyayı. Böylece iyi insanların varlığının farkında bile değillerdir. Ve öyle güzel, saf, bozulmamış bir insanla tanışırsanız kendinizi çok şanslı sayınız ki, onlardan alacak çok şeyiniz vardır. Hele bir de, öyle bir insanın hikayesini dinleme fırsatına erişmişseniz, kendinizi çok zengin sayın. Çünkü eğer hikayesini size anlatıyorsa, bu size güvendiği anlamına gelmektedir. Ki güven misk kokar, zaten o insanların etraflarına saldıkları o misk kokusudur. Bunun adı da güvendir, sevgidir, arkadaşlık, paylaşım ve de dostluktur.
Pandemi dediğimiz sürecin armağanı, yavaşlamış olmamızdır. Bence bu dönem hepimiz için, şapkamızı önümüze koyup düşünme, değerlendirme için bir fırsattır. Zihinlerimiz yavaşladı, hayat yavaşladı ve bu bir fırsat. Ben kimim? Çok güzel bir sorudur, ben kimim sorusu. Hayatımızı değerlendirmek için bu süreci iyi değerlendirmeliyiz diye düşünüyorum. Bir de sorulması gereken diğer önemli soru, nereye gidiyoruz? Sahte olanın peşinde mi koşacağız, yoksa aslımız olan özümüze geri mi döneceğiz?
Bence bu yazınız da misk kokuyor..samimiyet kokuyor..Yeni bir güne böyle afrodizyak etkisi yaratan bir yazınızla uyanmak harikaydı..Sevgiler
Ne mutlu bana, teşekkür ediyorum. Siz okurlarıma, katkı sağlayabiliyor olduğumu bilmek sevindirici. Sevgiler.