Karlarla kaplı sokağın, kıyısında, köşesinde kalan ağaçlar da karla örtülmüştü. İncir ağacının dalına bir karga gelip, kondu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha karga gelip diğer dallara kondular. Her karganın konduğu dal sallanınca, dalın üzerindeki karların belli bir kısmı, bu sallantıyla yere döküldüler. Bir grup martı süzülerek, dans ederek uçuyordu. Güneş yüzünü göstermişti. Kar küreme aracı yolun ortasındaki karları yol kenarına iterek ilerledi. Karşımızdaki kurumun güvenlik görevlisi bahçelerindeki karları kürekle bir o yana, bir bu yana savurarak yürüme yolu açıyordu. O sırada incir dalında bulunan bir karga uçarak uzaklaştı, sonra diğeri, sonra diğeri de uçtu ve ağacın dallarından ayrıldılar.
Kelimeler gerçek değildir, gerçeğin ifadesidir. Az önce dışarıyı izledim ve gözlemlerimden kısa bir alıntı yaptım size. Bunları ben gördüm, siz ise gördüklerimin kelimesini okuyorsunuz. Karga kelimesi karganın kendisi değildir, kargayı işaret eder. Kar kelimesi, martı kelimesi gerçek değildir, gerçekte olan karın, martının kendisidir.
Yaşanan sorunlarda; -bu bir kavga, travma, şok, korku veya herhangi üzücü bir durum olabilir- kelimeler gerçeğin kendisi değildir. Öyleyse gerçek nedir? Gerçek olandır, olanın kendisidir ve kelimeler yanılsamalar oluşturmak için harika bir işleyiş görevi görürler. Kişi bir üzüntü yaşadığında anlattığı, ifade bulan kelimelerdir. Oysa gerçek, üzüntü duygusunun kendisidir. Fakat kişi üzüntü duygusunun kendisiyle (gerçeğiyle) karşılaşmadığı için; ne kadar düşünürse düşünsün, ne kadar anlatırsa anlatsın, hangi eylemi yaparsa yapsın, gerçek anlaşılmamış olarak orada durmaktadır. Ne yaparsa yapsın, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, üzüntü hala oradadır ve keşfedilmeyi bekler. Yaşanan üzüntü duygusu anlaşılmadığı için, yaşananlar bitip gittiğinde, olan durum hafızaya eksik deneyim olarak kaydedilir. Böylece yaşanan durum anı haline dönüşür ve sık, sık hatırlanır ve duygusal etkisini kişi kendisiyle birlikte yarınlara taşımaktadır. Biliyorum anlaşılması biraz güç, doğrusunu söylemek gerekirse benim içinde kolay olmadı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.
‘’Başım ağrıyor’’ cümlesinde ağrı diye işaret edilen bir duyumdur değil mi? Ama duyumun kelimesidir, duyumun kendisi değildir. Ağrının kendisi hala oradadır. ‘’Köpeklerden korkuyorum, çünkü çocukken…’’ cümlesinde anlatılan korkunun ifadesi ve akabinde nedeni ifade edilmektedir. Korkunun kendisiyle yüzleşmediği, korkunun gerçeğiyle karşılaşılmadığı için korku hala oradadır. ‘’Neden bana böyle davranıyorsun?’’ ‘’Kardeşim böyle iş mi olur?’’ Gibi cümlelerin öfke ile söylendiğini varsayıyorum. Bu durumda dil öfke duygusunu işaret ederek, duygunun dil aracılığıyla aktarılmasına vesile olur. Ama kelimeler öfke duygusunun kendisi değildir, sadece kelimesidir. Öfke hala oradadır ve yargılanmadan kendisine bakılmayı bekler. Ama maalesef hiç kimse ne korkusuna, ne üzüntüsüne, ne öfkesine, ne kıskançlığına, ne de diğer duyguları oluştuğunda duygusunun kendisine bakmaz. Böylece yaşanan her durum, duygusuyla birlikte hafızaya anı olarak kaydolur. Ona çağrışım yapan her durumda hatırlanır, çünkü canlıdır ve yaşar. Böylece eksik deneyim olarak, bir valiz gibi yarınlara taşınır. Kelimeler böler, ayırır, algı yanılsamalarla dolu olduğunda, yani gerçekte olan algılanmadığında, algı siler, çarpıtır, geneller. Böylece gerçekte olan, hatırlanırken de farklı hatırlanır ama öylesine gerçekçidir ki, gerçek olarak hatırlanır, hatta gerçekmiş gibi tekrardan canlı, canlı duygularıyla beraber yeniden yaşanır. Böylece her hatırlandığında, her konuşulduğunda kalıcı hafızaya aktarılır. Şimdide yaşanan bir durum yenidir ve anı araya girer ve geçmişte yaşanan anı şimdi oluyormuş gibi yeniden yaşanır ve böylece kişiyi şimdiden koparır. Bunun nedeni, daha önce de belirttiğim gibi, yaşanan durum anlaşılmadığından, hafızaya eksik deneyim olarak kaydedilmesinden kaynaklanır. Oysa olan, olduğu anda anlaşılsaydı eğer, işte o zaman yarınlara taşınmazdı.
Peki, bu nasıl olacak? Bu konunun girişini önceki yazılarımda yapmıştım. Gerçek şu anda olandır. Fakat düşünce gelir ve şu anı böler. Bunu ya geçmişle yapar, ya da gelecekle. Fakat olan gerçek, şimdi olandır. Bunu anlamak ve yaşamak için; beynin, duyuların, duyguların, düşünceden özgür olması gerekmektedir. Ben bu andan koparan düşüncelere sevimli hayalet ve sevimsiz hayalet diyorum. Geçmişte olan güzel bir anıyı veya yarınlar için tasarlanan hoş hayale sevimli hayalet diyorum. Geçmişte olan acı, üzücü veya korku dolu bir deneyimi veya geleceğe dair kaygılı bir hayal olarak zihinde beliren imgeye sevimsiz hayalet diyorum. Eğer bu sevimli ve sevimsiz hayaletler olmazsa ne olur? Kişi şimdi olanla baş başa kalır, değil mi? Fakat düşünce şimdi olanla nasıl yaşayacağını bilmediğinden, dünün ve yarının hayali imgeleriyle/imajlarıyla yaşamayı tercih eder. Böylece şimdide olamaz. Bunun nedeni ise, düşünce şimdide haz alamaz, şimdi olan ona saman gibi, tatsız, tuzsuz gelir. Çünkü geçmişin tekrarında haz vardır. Acı vardır, üzüntü vardır, neşe vardır, öfke, nefret, haksızlığa uğramak, kandırılmak, kalp kırıklığı gibi geçmişe dair pek çok şartlanması vardır. Bunlara sıkı, sıkıya tutunmasının sebebiyse, tetikte olmak, aynı şeyi tekrar, tekrar yaşamamak, özetle güvende olmaktır. Oysa bu bakış açısı asla güvenlik getirmez. Aksine bant kaydına dönüşen anıların tekrar, tekrar hatırlanması, tekrar yaşanmasına sebep olur. Sonra anlamlandırmaya çalışırız, neden aynı şeyleri tekrar yaşıyorum? Ve belki de çoğu için adına kader demekten başka çare kalmamaktadır. Kader zaten zihnin programına denmektedir. Programlanan zihin, aynı şeyleri tekrar, tekrar yaşamak zorundadır. Çünkü kaydı öyledir. Eğer düşüncelerinizi, söylemlerinizi, hayatınızda olanları, hatta mümkünse diğer insanları da gözlemleyebilirseniz eğer, bant kaydını mutlaka fark edeceksiniz. Öyleyse; kim olduğumu bilmek için geçmişimi hatırlamam, bilmem gerekiyor. Fakat - duygusal – psişik - olarak da geçmişimden özgür olarak şimdide yaşamak istiyorum. Böyle bir şey mümkün müdür? Kişi geçmişinin tüm etkisinden özgür olursa ve bundan sonra da olanı olduğu anda anlar ve yarınlara taşımamanın yolu olan gerçekle yaşarsa, böylece hafıza hiçbir duyguyu kaydetmeden yaşar. Peki, geçmiş birikimler çok fazla olduğuna göre, geri dönüp hangi biriyle uğraşacak, hangi birini tek, tek özgür kılacağız? Adım, adım bunlarla ilgilenmek çokça zamanı ve çokça emeği gerektirmektedir. Bir anda tüm geçmişin duygusal etkisinden özgür olmak mümkün müdür? Böylece hiçbir şeyi yarına bırakmamış oluruz. Bunun üzerine çalışıyorum. Mümkün olduğu söyleniyor fakat kelimeler gerçek olmadığından bunu ancak gerçeğiyle karşılaştığımızda konuşabiliriz. Şimdilik adım, adım ilerlemek zorundayız çünkü bildiğimiz yol bu. Bunu yapabilmek için şüphesiz farklı bir bakış, farklı bir yaklaşım gerekmektedir. Yargılamadan, bölmeden, haklı, haksız demeden, hafıza kelimesine değil, hafızanın kendisine, bütününe bakarak ancak hafızadan özgürlük sağlanabilir. Böylece hafıza kaydetmemeye başlar ama yine de olup, biten her şeyin bilgisine sahiptir. Sadece artık şimdi olan hiçbir şeyi yarına taşımaz. Çünkü duygusal zaman kavramı yitmiştir. Duygusal zaman nedir? Bunu da ayrıca konuşmak gerekir. Zaman denildiğinde ne anlıyoruz? Saatin, takvimin getirdiği kronolojik zaman, bir de geçmişin duygularının bu güne, yarınlara taşındığı – duygusal/psişik/psikolojik – zaman vardır. Buna sonraki yazılarımda daha geniş olarak değinelim.
*Hafızanın iki bölümü vardır: Biri duygusal hafızamız, diğeri bilişsel hafızadır. Bilişsel hafızamız şüphesiz gereklidir. Evimizin yolunu, mesleki bilgilerimizi, kim olduğumuzu vs. yaşamımızı sürdürebilmek için gerekli olan her bilgiye şüphesiz ihtiyacımız var. Fakat duygusal hafızamıza ihtiyacımız var mı? Belki de duygusal hafıza diye bir şey yoktur. Bizler takvimin, saatin zamanını öğrendiğimiz için, aynı zaman kavramını yaşadığımız deneyimlere yüklemiş olabiliriz. Böylece bunun, duygusal hafıza diye bir alan olduğunun bilgisine sahibizdir. Çünkü enteresan bir şekilde, geçmişin duygusal kalıntılarından özgür olunduğunda bir hafızamız olmadığı gerçeğiyle karşılaşmak durumundayız. Yine burada düşünce devreye girmiş, hafızayı da ikiye bölmüştür. Bunu da; duygusal durumlarda geçmiş, dün, bugün, yarın, gelecek diye dile dökülen kelimeler vasıtasıyla yapmıştır. Böylece olanla değil; olmuş olanla, olması istenenle yaşanır ve olanla baş başa kalınamaz. Oysa gerçek şimdi olandır. Yazının başında da bahsettiğim gibi, kelimeler gerçeğin kendisi değildir, gerçekte olanı işaret eden ifadelerdir.
Önceki gün dışarıdan köpek sesleri geldi ve sesler yükselmeye başladı. Akabinde bir kız çocuğunun çığlıklarını duydum. Aynı anda hem köpeklerin güçlü bir orkestra halinde havlamaları ile birlikte bir kız çocuğunun çığlıklarını duyuyordum. Köpekler çocuğa saldırmış gibi bir izlenime kapılmamak mümkün değildi. Ne olup, bittiğini anlamak için salona yöneldim ve pencereden baktım. Evimizin önündeki sokağın kaldırımında yürüyen bir kadın ile biri erkek, diğeri kız olan çocukları yürüyorlardı. Abi, kardeş yürürken birbirlerine takılıyor, kendilerince oynayarak ilerliyorlardı. Kız çocuğu sık, sık çığlıklar atarak abisinden kaçıyor, onu yakalamasını istiyordu. Aynı anda aşağı sokaklardan geldiğini düşündüğüm köpeklerin havlama sesleri yükseliyor, çığlık ile havlama sesleri yankılanarak havada birleşiyorlardı. Her iki ses aynı anda oluyordu fakat birbirinden farklı yerlerde, birbirinden farklı şeylerdi. Eğer neler olduğuna bakmasaydım, köpeklerin bir kız çocuğuna saldırmış olacakları şüphesinden başka bir seçeneğim olamazdı. Bu durumu alıp, iç dünyamızda olup, bitenlere monte edelim. Algılayışımız şartlanmalarla, belirli bir şablonla biçimlenmiştir. Yani algımız, deneyimlerimizden çıkardığımız sonuçlara göre bir şekil almıştır. Bunun sonucunda bir şablon oluşmuştur. İşte, şartlanma derken bunu kast etmekteyim. Bu nedenle algı gerçek değildir, algı geçmiş deneyimlerin gözüyle bakan bir yanılsamadır. Çünkü algı olanları geçmişin birikimine göre algılayıp değerlendirmektedir. Öyleyse gerçek şu anda olandır. Yaşanan her ne ise algı yanılsamasına kapılmadan sadece gerçekte olana bakabilirsek eğer bir yanılsama oluşturmayız. Böylece olan durumlar hafızamıza eksik deneyim olarak kaydedilmez çünkü olanın gerçeğini anında kavramışızdır. Demek ki, gerçek kişiyi özgür kılmaktadır ve biriktirme olmaz.