Eminim bu kelimelere aşinasınızdır. Çok duyarız, hatta günlük hayatta kullanırız. Nedir bu bahsi geçen kelimelerin içeriği, gelin birlikte inceleyelim.
Aydınlık, adı üzerinde ışık olan, ışıkta olan, yani görünen anlamına gelir. Aydınlık diye bahsedilen, insanın görünen, bilinen, aşikar olan yanıdır. Daha açıkçası, diğer insanların kişide gördüğü, kişinin dışarıya açtığı, gösterdiği yanlarıdır. Bilincin, açığa çıkmış, görünür olan kısmıdır. Bunu biraz örneklendirelim. Akşam eve geç gelen eşine veya çocuğuna ‘’bu saate kadar nerelerdeydin, hiç beni dinlemiyor, burnunun dikine gidiyorsun’’ diye bağıran veya kızan bir kişiyi düşünelim. Dümdüz bir yüz ifadesiyle, neredeyse hiç gülümsemeyen, ciddi, ardından; ‘’somurtkan, kendini beğenmiş, ukala, mutsuz, suratsız’’ gibi yorumlamalar yapılan bir kişi düşünelim. Hayatın içinde kaplan gibi güçlü, dimdik duran, her koşulda kendini müthiş savunan bir kişi olsun. Çok konuşan, konudan konuya atlayan, dinlemeyen, sorduğu sorunun cevabı gelirken başka yeni bir konuya atlayan bir kişi olsun. Bir durum olduğunda, günlük hayatta veya iş hayatında korkak, etliye, sütlüye karışmayan, her ne olursa olsun atağa geçmeyen, kendi halinde bir kişiyi düşünelim. Bunların hepsi görünürdür, bilinirdir. Bu aydınlık bahsi, en güzel dilde buz dağının görünen yüzü diye tabir edilir. Fakat görünen gerçek midir, yoksa kişinin maskesi, sahte benliği midir?
Karanlık diye bahsettiğimiz alan, insanın dışarıya göstermediği, derinlerinde saklanan yanlarıdır. Çoğu insan, karanlıkta kalan yanlarından bihaber, kendini yukarıda saydığımız yanlarıyla tanır ve bilir. Kendini olduğu kişi sanarak, ‘’ben buyum’’ der. O yüzden, ‘’ben kimim’’ sorusu insan hayatı için çok önemli bir değer arz etmektedir. Kişi, ya sandığı kendisi değilse ki, çoğunlukla böyledir. Aydınlık yanla ilgili örneklerin, karanlıkta kalan gerçeğini inceleyelim. İlk örnekte asıl olan; ‘’Seni merak ettim, senin için endişelendim, lütfen bir daha böyle yapma, seni kaybetmekten çok korkuyorum çünkü seni seviyorum.’’ Çoğu problemin kaynağı budur, söylemek istenenle, söylenenin aynı olmaması. O yüzden insanlar, bazı kişilerin nazarında kendilerini değersiz hissederler. Çünkü onun dışını görür, içinde olandan habersizdirler. Bunun sebebi de, koruma kalkanı olan maskelerdir. Sevmekten korkar, kaybetmekten korkar, o yüzden tam tersi tepkiler verirler. Diğer kişi de ağızdan çıkanlara odaklandığı için, sahte olanı gerçek sanır çünkü asıl olan gerçek, karanlıktadır. Oysa çoğu kişiye göre gerçek görünendir, aksine, gerçek perdelidir. Gerçek dediğimiz, sahte olanın perdesiyle örtülmüş olandır. İkinci örneğimizde ise içeride neşeli, mutlu, sevgi dolu bir insan yatmaktadır. Fakat o kişi zarar görmemek adına, asıl kendisini gizler. Çünkü gerçek kendisi olduğunda incinmiş, kırılmış, anlaşılmamış veya dışlanmıştır. Bu kişi kırılmamak, dışlanmamak için, yüzüne ciddiyet maskesini takmıştır. Böylece, ulaşılamaz bir kişi haline gelmiştir. Güvensizdir, bu kişiyle iletişime geçmek, onun kalbini fethetmek için uzunca bir süreç geçmesi gerekmektedir. Güvenini kazansanız bile, kendisini size teslim etmez, çünkü şüphecidir. Emin olması için zamana, hatta fazlaca zamana ihtiyaç vardır. Her koşulda güçlü görünen diğer kişi ise derinlerinde çok güçsüz, hatta aciz olduğu inancıyla yaşamaktadır. Kendini koruma güdüsüyle, zayıf yanının üzerini örtmek için çok cesur bir kişi rolüne bürünmüştür. Oysa ne zaman cesaret gösterse, karanlıkta kalan güçsüzlük duygusu, tepeden tırnağa korkuyla dolar ve titrer. O da, güçsüz oluşunu saklamaktadır. Çünkü güçsüzlüğünü gösterirse, diğer insanların onu ezeceğine, küçümseyeceklerine, sevmeyeceklerine inanır. Diğer örneğimizdeki kişinin zihni çok dağınık ve karmaşıktır. Dinleyemez, çünkü zihninde oradan oraya atlayan dengesiz ve dağınık olan düşünceler, çok hızlı ve çok hareketlidir. O yüzden dinlemesi gereken kişi ona yavaş gelir, haliyle kendi hızına yetişemeyeceğini bilir ve hızlıca yeni konuya geçer. İçeride çok fazla konuda, çok farklı düşünceler gezinmektedir. Diğer kişi de, kendisini dinlemeyen kişiyi saygısız olarak görür veya kendisine değer vermediğini düşünür. Oysa bu kişi, içeride derin bir sorununu çözmeye çalışıyordur. Sorun ve soruna bağlı olan duygu karanlığa gömülmüştür. Onu göstermemek, gizlemek için, o konudan, diğer konuya geçer. Bunun derinlerinde ise kendini ifade etmekten korkmak vardır. Kendisini ifade ederse yargılanacağını, anlaşılmayacağını, sevilmeyeceğini, hatta bu zayıflığının kullanılacağını düşünür. Bütün bu gereksizce çok konuşma, o konudan diğer konuya zıplama, diğer kişiye konuşma fırsatı tanımama gibi görünen davranışın tüm amacı, karanlıkta kalan duyguyu saklamaktır. Son örneğimizdeki kişiyi incelediğimizde, aslında içeride, derinlerde, cesur ve çok güçlü bir yanı uykuda yatmaktadır. O, gerçek kendisi olduğunda, aile ve toplum içinde sivrilmiş, günah keçisi ve uyumsuz olarak ilan edilmiş, yargılanmış, dışlanmış, böylece anlaşılmamış ve yalnız kalmıştır. Bu kişi de, tüm bu sonuçları yaşamamak için, çok güçlü olan kimliğini derinlerindeki karanlığa gömerek, bambaşka bir karakterin, kimliğin maskesine bürünmüştür. Tüm bu örneklerde görüleceği üzere, aydınlık yan kişinin maskesi, karanlık yan aslını ifade eder. Bu maskelerin tüm amacı, güvende olmaktır. Diğer türlüsünde güvenli olmayacağına inanmaktadırlar. O nedenle her biri, adına kader dediğimiz şartlanmaları gereğince bir strateji oluşturmuşlardır. Bunlar, kişinin kendini koruma kalkanı olan maskeleridir. Buraya bir not düşmek istiyorum. Bu örneklerin derinlik açılımı yüzde yüz doğru değildir, sadece örneklendirilmiştir. Çünkü her insan, parmak izleri gibi bir diğerinden farklıdır. Böyle gördüğünüz her kişinin görünmeyen yanı, yukarıda anlattıklarımla birebir örtüşmez. İnsan, bir saklı dünyadır. O saklı dünyayı bilmek için, kişinin içine, derinlerine inmek gerekir. Muhtemeldir ki, her insanda karanlık kalan yan, bir diğerinden farklıdır. Fakat nihayetinde, kişinin karanlıkta kalan yanı, saklı dünyası, tecrübeleri sonucunda yaşadığı duyguyu örten, saklayan yanıdır. Yani daha açıkçası, görünende olan, yaşanan deneyim ve duygunun sonucu olan karardır. Görünmeyen ise görünenin sebebi, aslıdır ve bu hakikatin üzeri örtülüdür, böylece karanlıkta kalmıştır. Elimize bir silah alarak, karanlığı vuramayız, öyle değil mi? Karanlığa kurşun işlemez. O yüzden, bu karanlığın ışığa, aydınlığa çıkması gerekir. Biz buna yüzleşme diyoruz. Çünkü ışığa çıkarılan her duygu özgür kalır, böylece kişinin o konudaki sorunu sonlanır. Freud bilincin karanlık olan, saklanan, giz olan, bilinmeyen yanına bilinçaltı demiştir. Bizler de bugün, bu bilinmeyeni, bilinçaltı diye ifade etmekteyiz. Buradan çıkaracağımız sonuç, hakikat dediğimiz, gerçekte gördüğümüz görünen değildir. Adına gerçek dediğimiz, bir yanılsamadan ibarettir. Hakikat, adına gerçek dediğimiz sis bulutlarıyla örtülmüştür. Hakikat üzeri örtülmüş, saklanmış olan, bilinmeyendir. Ve insan bilinmeyen yanından, yani karanlıktan korkar. Korktuğu kendisidir. Onu öyle bastırmış, öyle yok saymış, öyle derinlerine gömmüştür ki, o bilinmez, görünmez olmuştur. Ve bu bilinmeyen, görünmeyen karanlık yanlarından korkar. İnsanın yüzleşmek istemediği ne varsa, bu karanlıktadır. Karanlıkta kalan ne varsa, yüzleşince açığa çıkar, aydınlanır, böylece kişi de değişim, dönüşüm başlar. Bizler buna uyanış veya aydınlanma diyoruz. Böylece, kişinin içindeki ikilikle birlikte gelişen savaşı, çatışması biter, barış başlar. Buna da teslimiyet diyoruz, kişinin kendi önünden çekilmesi diyoruz. Kendinize şu soruyu sorabilirsiniz. Karanlıkta kalan kim? Bu soru, ‘’ben kimim’’ sorusunun cevabını bulmak için çok etkili bir aşamadır.
Bir de gölge, hatta gölgeler vardır. Nedir bu gölge? Bilirsiniz, hepimiz güneşli bir günde, güneş ışığının yeryüzüne vuruş açısının uygunluğunda, yanımızda, önümüzde veya arkamıza doğru, iz düşümü gibi, bizimle birlikte yürüyen gölgemizi görmüşüzdür. Hatta bazen, aynı anda iki gölgemize şahit olmuşuzdur. Bu bahsettiğim, fizik bedenimizin gölgesidir. Gerçek olan fizik bedenimizdir, yanımızda, bizimle birlikte hareket eden, yürüyen sahte bedenimizdir. Aslımızı yansıtır, fakat aslımız değildir. O sadece gölgedir, sahtedir, taklittir, orijinal değildir. Karanlığı vuramadığımız gibi, gölgemizi de vuramayız. Hiç gölgesini yakalamaya çalışan bir çocuk gördünüz mü? Veya çocukken kendinizin bunu yaptığını hatırlıyor musunuz? Gölgeyi yakalayamayız, onu her yakalamak istediğimizde, bizimle birlikte hareket eder, yer değiştirir. Onu yakalayamayız, vuramayız, ona kurşun işlemez. Ancak onu görebiliriz. Peki, ruh bedenimizin gölgesi nedir?
‘’Ben bir ev’im. İçim karanlık. Bilincim, yalnız bir ışık. Rüzgardaki bir mum, titreşen bir alev. Bazen burada, bazen orada; geri kalan her şey gölgededir. Geri kalan her şey bilinçaltında. Ama onlar orada, diğer odadalar. Girintiler, koridorlar, merdivenler ve kapılar. Her an ve içinizde yaşayan, dolaşan her şey orada. Çalışıyor ve yaşıyor evin içinde. O ev ben’im.’’
‘’Bilinçaltının gücü: En derinimizde, gerçekten istediğimiz şey, öyle, ya da böyle bize gelecektir. Ya da tam tersi; insanın dönüştüğü şeyin, aslında en derindeki arzusu olduğunu söyleyebiliriz.’’
*Bu iki paragraf içi, kaynakça; Netflix, Freud dizisinden alınmış bir nottur.
*Gölge: 1- Saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle, ışıklı yerde oluşan karanlık. 2- Güneş ışınlarından korunacak yer. Kaynakça: TDK Sözlüğü
Gölge kelimesinin anlamından yola çıkarak, bunu insan psikolojine, daha açık ve daha anlaşılır bir şekilde uyarlayabiliriz. Aydınlık yan bilincin görünen, karanlık olansa bilincin görünmeyen yanıdır. Yani, insanın görünen yanı engellendiğinde, bu görünen yan karanlık olur. Işıklı yerde görünen, karanlık olur. Apaçık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, insanın yansıttığı sahte benliği, kişinin gölgesidir, aslı değildir. Kişilerin tüm derdi, tüm sıkıntısı, gölgesinden kaçmaktır. Gölge de, karanlık gibi vurulamadığına, yakalanamadığına göre, ne yapmak gerekir? Gölgeden kaçılamaz, o vurulamaz, yakalanamaz, yok edilemezdir. Ancak onunla yüzleşir, onu görebiliriz. Gölge görüldüğünde, görünür olduğunda, kendiliğinden son bulur. Böylece kişinin hakikati olan, gerçek kendisi ortaya çıkar. İnsanın gölgesi, kendi hakikatini gizlediği, sakladığı, örttüğü perdesidir, örtüsüdür. Alimden zalim, zalimden alim doğar sözünü duymuşsunuzdur. Bizler doğumu, bir insanın dünyaya gelmesi olarak algıladığımızdan, bu sözün hakikatini de doğru olarak kavrayamayız. Aslında demek istiyor ki, alim gördüğün insanın gölgeleri yok olursa bir zalime, zalim gördüğün insanın gölgeleri yok olursa bir alime dönüşebilir. Sonuç olarak Freud’un şu cümlesiyle, gölge konusunu tamamlayabiliriz. ‘’İnsanın dönüştüğü şeyin, aslında en derinde yatan arzusu olduğunu söyleyebiliriz.’’ Ne kadar kaçarsa kaçsın, insan önünde sonunda, özünde olan kendisine dönüşür. Oraya kadar olan tüm yolculuk, gerçek kimliğini, gerçek kendisini arayıştan başka bir şey değildir. Çok sosyal görünen bir kişi, aslında asosyal ve yalnızlıktan korkuyor olabilir. Aksine, asosyal görünen bir kişi, çok sosyal olmasına rağmen, uyum problemi yaşıyor olabilir. Çok çalışkan görünen bir kişinin içinde tembel bir kişi, çok tembel görünen bir kişinin içinde çok çalışkan bir kişi yatıyor olabilir. Görünürde olan gölgeler aslını yansıtmaz, ancak aslının sahte bir yansımasıdır. Ve bütün gölgeler, hafızada depolanan anılarla kodlanmış olan, psikolojik korkulardır. Kişi, belleğindeki negatif kodlamaları olan gölgeleriyle yüzleştiğinde, o anının sonucu olan psikolojik korkularından özgürleşir. Alışılagelmiş duygu, kendini güvende hissetmek ister. Tanıdık, bilindiktir. Korku, o duyguyu bırakmak istememekten kaynaklanmaktadır. O zaman neye tutunacak, bilmez ve korkar. Yerine bir şey koymak gerekmektedir. En uygun duygu da neşedir, çünkü neşe kendiliğinden gelir. Öyleyse, buradan anlaşılıyor ki yargılamanın, insanın lügatından, zihninden tamamen çıkması gerekmektedir. Kimin ne olduğunu bilemediğimiz gibi, içindeki dünyasından tamamen bihaber halde, uykuda yaşarız. Kişinin neyi, neden yaptığını anlamak için, derin bir iç görü gerekmektedir. İşte o zaman, anlayış ve merhamet doğar. Merhamet, insanı insan yapan en yüce duygudur. Bizler buna, empati diyoruz. Adı empati olan düşünsel davranışın duygusu, merhamettir. Sanırım, çoğu sorunun ana kaynağı, kişilerin kendilerine merhamet duymamalarıdır. Kendilerine fazlaca haksızlık, eziyet etmeleridir. Kişi, gölgeleriyle yüzleştikçe, kendisiyle arasında olan uçurum kapanır, kendini tanır, kendisiyle barışır ve kendisini sever.
Buraya bir açıklama, bir not düşmek istiyorum. İnsanın kendi gölgesini aydınlığa çıkarması demek, bunu kamuya sunması, ilan etmesi demek değildir. Kişinin kendini tanıma, bilme yolculuğunda, kendisini görmesi demektir. Sadece görmek, görünmeyeni aydınlığa çıkarır. Onun üzerinde bir çaba, bir eylem gerektirmemektedir. Görmek, o yanının farkında olmak, o yanını dışlamadan, varlığını kabul etmek demektir. Böylece gölge, artık gölge olmaktan, sahte bir yansıma olmaktan çıkarak, kendiliğinden dönüşür. Fakat çoğu kişi, gölgelerinin farkında olsa da, onları görse de bir değişim, dönüşüm geçiremezler. Bunun nedeni, kendisine dışarıdan bakamıyor olmalarından kaynaklanmaktadır. İnsan, kendini ancak içeriden bakarak görebilir, dışarıdan bakarak göremez. Bunu yapmak için zihinsel çalışmalar yaparsa, ancak o zaman kendine karşı dış bakışı olabilir. Bu nedenle, kendisine dışarıdan bakmasına yardımcı olacak, bir bilirkişiden destek alınması gerekmektedir. Böylece kişi, kendi iç dünyasının işleyiş biçiminden haberdar olarak, değişim ve dönüşüm yolculuğunda kendinin hiç tanımadığı, hatta haberdar bile olmadığı bir başka kişiye dönüşür. İşte, dönüştüğü bu kişi, kendinin derinlerinde yatan en derin arzusudur, yani gerçek kendisidir. O güne kadar, yanında bir valiz gibi taşıdığı, sahte kimliğini terk eder. Böylece içsel huzur başlar. Hayatın kendisi ilişkidir ve insan gölgelerini ancak ilişkilerde tanıyabilir, görebilir. Buna da, ayna diyoruz.
Nedir bu aynalar? Kişi, bir başka kişiyle yaşadığı bir sorunda, güzellikte, bir diyalog veya paylaşımda kendisini görür. Karşısındaki ayna, kendisini gösteren bir yansımasıdır. Her kişide, her durumda, kendisinin bir özelliğiyle tanışır. Bir kişiyle yetenekleri açığa çıkarken, bir başka kişiyle aşağılık kompleksi veya öfkesi açığa çıkabilir. Böylece kişi, aynalarda kendisini ve duygularını görmeye, tanımaya başlar. Her ilişkide, içimizdeki sessiz gözlemci devrededir. Gözlemci, hem karşıdaki kişiyi anlatımlarıyla görürken, aynı zamanda kendi içinde, arka planda olup bitenleri de gözlemleyebilir. İçimizdeki gözlemci, neyi gözlemler? Görüneni ve görünenin ardındaki hakikati gözlemler. Gözlemci ve gözlem aynı anda vardır. İlişki aynasında, her iki taraf açısından yapılan gözlem, bir sonucu doğurur. Bu sonuç, gözlem sonucunda ortaya çıkan çözümlemedir, buna analiz diyoruz. Peki, ilişki aynalarında kişinin kendini görmesi ne işe yarar? Eğer kişi aynalara kendini keşfetmek niyetiyle bakarsa, bu bir keşif yolculuğu olur ve keyifli bir hale dönüşür. Fakat bu keşif ve tanıma yolculuğunda, kendisinin hoşnut olmayacağı özelliklerini gördüğünde sonuç iyi olmayabilir. Ya kendisini yargılar veya suçlar, ya da nefret eder. Aslında o zaman da, kendisinde bu duyguların olduğunu görür. Böylece, enerjisini düşüren bu duyguların, kendini nasıl manipüle ettiğini, kendisine nasıl ket vurduğunu görür. Görmek ve bilmek, dönüşüm için yeterli midir? Elbette değildir ama bunu, dönüşüme giden yolda, değişimin basamakları diye düşünebiliriz. Bu süreçte düşünsel egzersiz gerekmektedir. Sürekli olarak, düşünceler duygulara, duygular düşüncelere dönüşür. Düşünceler beynimizde, duygular bedenimizin beynindedir. Zaman içinde öyle bir hale geliriz ki, beden beynimiz, kendini zihin olarak algılar ve bedenimizin beyniyle hareket ederiz. Bunun sebebi, duyguların, hayatımızın yönetimini eline almış olmasındandır. Böylece bilinçli düşüncelerimizin değil, duygularla etiketlenen hafızamızın etkisiyle düşünür, aynı etkiyle davranışlar sergileyerek yaşarız. Bunu aynalarda ve kendimizde gözlemleyerek görebiliriz. Kişi başı ağrıdığında, bu ağrının kaynağını bilmek isterse, altında yatanın bir duygu ve düşüncesi olduğunu görecektir. Böylece baş ağrısı geçer. Bedeni kasıldığında, midesine veya boğazına bir yumruk oturduğunda, bu halin bir duygudan, o duygunun bir histen, o hissin bir düşünceden kaynaklandığını görebilir. O düşüncenin de bir anıdan kaynaklandığını görecektir. Kişi, kendini tanıma yolculuğuna çıktığında, yaşamını güvenle sürdürmesine engel olan çoğu durumun kaynağını sonlandırma fırsatına erişir. Her aşama, yıkılan her duvar, kişiyi asıl olan kendi özüne yaklaştırır. Böylece, içinde taşıdığı çoklu kimliklerin karmaşası azalır, içinde ve dışında olan, birbirinden farklı olan iki kişinin arasındaki uçurum yavaş, yavaş kapanır. Amaç, bu çokluktan ve ikilikten tekliğe varmaktır. Bunun içinde ilk önce, kendisindeki ikiliği görüp, kabul etmesi gerekir. İnsan, kilitli bir kara kutu gibidir. Direkt açıp, her şeyi bir anda açığa çıkarıp, görünür hale getirme fırsatı yoktur. Şartlanmalar öyle çoktur ki, bu bütünüyle teslimiyete izin vermez. Öyle bir kerede olan bir yol varsa da, ben bunu bilmiyorum, bundan bihaberim. O yüzden, insanın gölgeleri, ancak katman, katman, adeta bir soğan kabuğunu soyar gibi, ilişki aynalarının desteğiyle sonlanabilir. Bütün bunlar, içsel çalışma gerektirmektedir. İlişki aynalarının derininde duygudaş olmak yatar. İnsanları birbirine çeken, o ortak olan duygulardır. Hangi duygunun duygudaşlığı olduğu keşfedildiğinde, o duygunun kodlama etkisinden özgür olunduğunda, ilişkilerin kalitesi artar. İlişki, bağımlı olan bir ilişkiden, gerçek bir ilişkiye dönüşür. Kim olduğunu bilme yolculuğunda, kim olduğunu bilmenin yolu, kim olmadığını bilmekten geçer. Çoğu kişi, ‘’ben bu değilim’’ der, durumunun farkındadır. Lakin kendi kara kutusundan habersizdir. Ben buna ‘’düşünce mahzeni’’ diyorum. Böyle bir yolculuğa çıkmak için, başlangıçta farkında olmak, sonrasında değişimi istemek gerekir. İnsan, adına kader dediğimiz, tecrübeleri ve şartlanmaları sonucunda ortaya çıkan sahte benliğinden sıyrılmayı ve özüne ulaşmayı en derinlerinde arzulamaktadır. Öz, açığa çıkmayı arzular ve sorgulamayı doğurur. Özün açığa çıkması için, insanın sahte benliği olan gölgelerinden adım, adım kurtulması gerekir. Bunu da, en çok olanak sağlayan, kişilerin ve durumların aynasında görebiliriz. Kişi, üzerine eğilir, bu yolda içsel çalışmalar yaparsa, süreç içinde, aynadaki yansımasında gördüğü her gölgesini, her duygusunu anında sonlandırma yetisine erişir. Böylece, her an hakikati gözlemlemeye başlar. Daha önce bahsetmiştim, hakikat, gözümüzle gördüğümüz gerçeklik değil, iç görümüzle gördüğümüz, görünenin arkasında, karanlıkta kalmış, perdeli olandır. Tabi, burada duyguların, düşüncelerin ana kaynağına ve hakikatin ne olduğuna ve gözlemcinin kim olduğuna da değinmek gerekir. Fakat o zaman, bu yazının ana başlığı olan konuların dışına çıkmış oluruz. Bu konuları ayrı başlıklarla değerlendirmek gerekmektedir. Sonuç olarak, kişi kendi aynalarında hem kendini, hem de karşısındaki kişileri seyreder. Böylece, neyin neden olduğunu kavrayarak, hakikati görür. O zaman da, en baştaki örneklere dönersek, karşılaştığı söylem ve davranışları kişisel algılamaz. Sahte benliğiyle karar alarak hareket etmez. Bunun akabinde neşe doğar. Yaşamınıza dikkat ederseniz görürsünüz, benliğin olmadığı yerde neşe vardır. Ve neşeli olmak için bir şey yapmazsınız, o kendiliğinden vardır. Neşenin kaynağı ise huzurlu, sakin ve dingin bir zihindir. İşte orası, öze en yakın olunan veya özle birlikte olunan yerdir. İnsan, ne kadar çok duygularının esaretindeyse, (derinde iki duygu vardır; acı ve zevk) o kadar özünden uzaktır. Özde, tamamen neşe hakimdir. Bunu, henüz benliği tam oluşmamış olan çocuklarda gözlemleyebilirsiniz.
Yine keyifli bir anlatım..Harika..başarılar
Teşekkürler. ❤️????